içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Rasgele değil hiç bir zafer...

Rasgele değil hiç bir zafer...

 

Geçen gün, ulusal şairimiz Ruşbey Smır aradı, uzun uzun konuştuk ve dertleştik, her zamanki gibi... Ancak bu kez çok daha dertli, çok daha hüzünlüydü. İkide bir derinden bir iç çekiyor, neredeyse ağlamaklı hale gelen titrek sesinden kendisini zar zor kontrol ettiği her haliyle belli oluyordu. Cesaret edip, “Hayrola dayı, neyin var?” diye sordum, keşke sormaz olaydım tam yarasına dokunmuşum... “30 mart 1993 gecesi, yani 15-16 mart trajedisinin hemen sonrası, “Wazabaa” denilen yerdeydim, savaş döneminde arada bir böyle cepheye koşar, askerlerimize şiirlerimi okuyarak, ruhlarını okşamaya, gönüllerini almaya, gözlerini bile kırpmadan ölüme atılan o kahramanları teker teker kucaklamaya çalışırdım. Bu kez yanımda şair dostum Enver Ajiyba’da bulunmaktaydı. Hep birlikte oturup Akordeon eşliğinde şarkılarımızı söylerken uzaklardan belli belirsiz bir uluma sesi duyuldu. Müzik susmuş ortalık buz kesmişti. O an yanıbaşımda oturan Lamara Bazıpha’nın içimi yakıp kavuran o kahredici kulaklarımı çınlattı. “Hey Allahım! Bu köpek her uluduğunda aramızdan biri şehit oluyor, bu kez sıra hangimizde acaba?...

 

Lamara Bazıpha dediğinde “Şu bizim Lamara mı?”  diye sordum, sanki başkası varmış gibi.. Elbette oydu, ama ben nereden tanıyordum ki bu Lamarayı, anlatayım...

 

Sanıyorum 1990 yılıydı, sabahın saat beşinde iki kız, Adapazarı’nın Hasırcılar mahallesindeki amca evinin kapısında dikilip durmaktaydılar. Kendilerini karşı evden farkeden Bagapşıpha Rezzan teyze bizimkilere haber verince iş anlaşıldı. Rahmetli amcamın  eşi, yani “cicaannemiz” Bazıphaydı. Bu Lamara’da, amcaoğlumuz İfrar abi o yaz Abhazya’dayken kendisiyle tanışmış ve annesinin Bazıpha olduğunu öğrendikten sonra da hala oğlu diye yakınlaşmış ve şimdi de arkadaşı Maya Lakobapha’yı yanına alarak taaa oralardan kalkıp bizleri ziyarete gelmişti. Hepimiz ayaklandık, bir sevinç, bir telaş, bir şaşkınlık ki sormayın gitsin... Gencecik iki kız anavatanımızdan bizleri ziyarete gelmişlerdi. Oysaki biz, o kadar delikanlı, henüz onların yaptığını göze alıp anavatan yollarına düşememiştik... Uzatmayayım, bir hafta kadar kaldılar, gezdik, tozduk, akrabalarıyla görüştürdük, köylerimizi turladık... Ben, amcaoğlum Zafer, Matua Recai, Bediya Feridun ve Pkin Ahmet... Hep beraber çok güzel günler geçirdik. Ancak tüm bu süre içerisinde Lamara fırsat buldukça bizlere “Abhazya’ya ne zaman geleceksiniz?” diye soruyordu sürekli... Sonunda dayanamayıp sorduk birimiz, “Yahu git gel bu soruyu niye soruyorsun? En kısa sürede geleceğiz dedik ya!...”  Lamara’nın cevabı bu gün bile hala kulaklarımda “Yahu eğer acele etmezseniz yarın savaş çıktığında sizin yerinize biz kızlar cepheye gitmek zorunda kalacağız!!!” Donup kalmıştık, tek kelime daha edemedik. Onlar döndükten sonra Feridunla birlikte Sakarya’dan anavatana gelen o muhteşem Kafkas Halk Dansları ekibiyle Abhazya’yı ve tüm Kuzey Kafkas cumhuriyetlerini ziyaret ettik. Lamara ve Maya fırsat buldukça koşarak yanımıza geliyor, gönlümüzü hoş etmek için adeta çırpınıyorlardı. Süremiz dolunca gözyaşları içerisinde geri döndük, ardından ben ve arkadaşlarım üniversite eğitimi vesilesiyle elde ettiğimiz bir davetiye sayesinde anavatana yeniden kavuştuk. Artık aralarında yaşıyor, olup biteni az da olsa kavramaya çalışıyorduk. Zaman hızla akıp gitmiş, eğitim dönemi sonlanmış, hepimiz yaz tatili için Türkiye’deydik, bu arada ben evlenmiştim de... Ama, Abhazya’daki durumu bildiğimden adeta diken üstündeydim. Sonunda olan oldu ve savaş patladı... Abhazya’ya geliş serüvenimiz daha önce bir çok yerde yazıldığından burada değinmiyorum. 14 ağustosta savaş başlamış, 25 ağustosta bizler 33 kişi olarak Gudauta’ya ulaşmıştık. 26 ağustos sabahı ise öğrencilik döneminden tanıdığım Oçamçıranın Arasadzıkh köyünden Amıçba bir delikanlı (ne yazık ki adını hatırlayamıyorum) beni Niva marka arabasına bindirdiği gibi Gudauta’dan doğruca cephenin olduğu Gumısta köprüsünün başına getirdi ve “Kardeş kusura bakma! Karşı tarafta domuzlar olduğundan şimdilik buradan dönüyoruz, ama en kısa sürede bu köprüden beraber geçeceğiz!” diyerek geriye döndü. Ancak yukarıya çıktığımızda önümüzü kesen komutan düzeyindeki biri kendisine öyle bir fırça kaydı ki, olan bitenin ancak o zaman farkına vardım. “Deli misin sen be adam! Bu daha dün Türkiye’den geldi, sağını solunu bile görmeden neredeyse düşman kurşunlarının hedefi haline getirecektin, götürecek başka yer bulamadın mı?” diye bas bas bağırıyordu...  Çaresiz, “Ben ısrar ettim” diye bir yalan söyleyince ortam yumuşadı ve oradan uzaklaştık.  Gudauta yönüne giderken “Ankhua lıbız” denen keskin dönemeçli yolu indiğinmiz gibi sağ tarafta, savaş başladığında askerlere barınak haline getirilen eski bir kamp yeri vardı,  oraya girdik, araçtan iner inmez bir de ne göreyim dersiniz, tam karşımda tepeden tırnağa silahlı bizim Lamara Bazıpha ve yine kendisiyle aynı adı taşıyan Lamara Çamaguapha durmaktaydı. Ama bu kez Adapazarı’na bizleri ziyarete gelen minik ve naif Lamara değil, sanki Baloupha Madina gibi tarihi bir kahramandı karşımda duran... Onu görür görmez daha önce bize söylediği o sözü hatırladım, kendisi de aynı şeyi düşünmüş olacak ki “Gördün mü Oktay, siz gelemezseniz bu iş bize düşecek dememiş miydim?” diye gülerek, sevgiyle kucakladı beni... 

 

İşte Ruşbey’in bahsettiği Lamara, bu Lamara idi. Kısaca ben de yukarıda yazdıklarımı Ruşbey’e anlattım, sonra kendisi yine kaldığı yerden devam etti...

 

“Hay Allah! Bu köpek her uluduğunda aramızdan biri şehit oluyor, bu kez sıra hangimizde acaba?...” diyen Lamara’nın lafı bitmişti ki, biraz uzağımıza düşen bombanın sesi duyuldu, az sonra da kan revan içinde bir delikanlıyı bulunduğumuz yere getirdiler, dev gibi bir aslan parçasıydı... O kargaşa içerisinde Lamara bir iğne yaptı ve hemen bir araca bindirerek hastahaneye doğru yolladı.

 

Onlar, konuşmaya devam edip konuyu değiştirmeye çalışsalar da, benim aklım sürekli olarak o delikanlıdaydı ve arada bir “acaba kurtulur mu?” diye sormaktaydım. Sonunda Lamara yanıma gelerek “Ruşbey! Ben o çocuğa iğne yaparken zaten çoktan şehit olmuştu, hem sizin, hem de askerlerimizin morali bozulmasın diye o şekilde davranmak zorunda kaldım!” dedi. Donup kalmıştım, elinde tuttuğu gülün dikeni parmağına batsa, akıttığı kana kıyamayacağınız bir kızcağız, neler düşünüyor, neler yapıyordu. O an halkım adına gurur duydum, ama böylesine eşsiz insanların beş para etmez bir düşmanın elinden ölüp gidiyor olmalarına da isyan ettim, kahroldum.. Oktaycım, bu olaydan öylesine etkilendim ki, sağlığım o günden sonra daha da bozuldu, artık ne zaman şu zafer günleri yaklaşsa, başkalarını sevinç kaplarken, bütün bu yaşanmışlıklar gözümün önüne geldiğinden ben daha da kötü oluyorum, işte inlemelerim ve perişanlığım bu yüzden!...

 

Ruşbey daha sonra o gece yazdığı bir şiirden bahsetti, “Rada Guşa” adlı kitabının 13. sayfasındaymış, bir solukta okudum, okudum, okudum... O gece yaşananları da gözümün önüne getirerek çevirmeye çabaladım. Elbetteki Abhazcanın o yakıcı ve vurucu ifadelerini çevirinin ruhuna aktaramadım, ama yine de içinizde bir yerlere dokunmuştur diye umuyorum. Ayrıca Ruşbey’den sonra Lamara ile de telefonda o geceyi konuştuk, olayın bir diğer kahramanı olan arkadaşı İndira Maliyapha’da zaten kapı komşumuz, dün evimize ziyarete geldiler hep birlikte oturup o günleri yadettik, Ruşbey’de telefonla katıldı bizlere...

 

Yitirdiğimiz herkes için gözyaşlarımızı yine içimize döktük, onlar diyasporadan gelenleri daha bir şefkatle ve hüzünle andılar...

 

En çok da şehadetlerinin yıldönümü haftasında olduğumuz Bahadır ile Hanefi’yi...

 

Şehitlerimiz... Onlar elbette halkımızın anılarında sonsuza kadar yaşayacaklar. Doğrusunu isterseniz ben onlardan çok, herşeyden habersiz, adeta uzayda yaşıyormuşcasına etrafımızda dolaşan “yaşayan ölülere” üzülüyorum...

 

Ne diyelim; iyiki Ruşbey gibi şairlerimiz, Lamara gibi kızlarımız ve kadınlarımız var...

 

Ne mutlu ki böyle bir halkın evlatlarıyız...

 

Ve ne mutlu bizlere ki büyük zaferin yıl dönümlerini içimiz hala kanasa da kutlayabiliyoruz...

 

Şimdi gelelim şiire...

 

Uluyordu bir köpek...

 

Ne de ağırmış senin, o bitmeyen dertlerin,

Huzur bulmadın hala,  huzur yok sana, hayır!

Ulu bakalım, aah! Ulu zavallı köpek

Uluyup da ruhunu şu dertleriden ayır.

 

Toplayamam bir türlü gücümü artık ben de

Tanrım, el uzatmadı, bir kez gülmedi bana

Kimseye yakıştırmam ben zamansız ölümü

Ölüm  yakışmıyor ki, zaten hiç bir insana...

 

Peki, sana ne oldu, söyle bana, ey gece?

Bağladın hüzüleri hep birlikte üst üste

Aah! Şimdi nerde Sasrıkua’nın o gücü

Sataney’in duası, şu an imdada gelse.

 

Bir sıcaklık olmazsa, duyamazsan yanında

Artık şeytan başında dikiliyor demektir,

Toprakların için sen vurulup öldüğünde

Gökler artık tümüyle taş kesilmiş demektir.

 

Ne yapabilirsin başka, aah! zavallı köpeğim?

Devam et bakalım sen, acıyla ulumaya

İçini yakıp geçen, kavuran o dertleri

Duyurmaya hem zalim, hem de sağır dünya’ya.

 

Benim de bütün gücüm tükendi artık dostum

Ama, bırakmam seni burada tek başına

Oturup  da birlikte sularla seller gibi

Gözyaşları dökerek çıkalım şu sabaha...

 

Ruşbey Smır  

30 mart 1993

 

 

Bu yazı 8184 defa okunmuştur.
YAZARIN DİĞER YAZILARI