içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Nartların Altın Elma Ağacı: Kehribar

Nartların Altın Elma Ağacı: Kehribar

Amber olarak da bilinir. Efsaneye göre Nartların sihirli bir altın ağacı vardı ve bu ağaç yılda bir defa yarısı kırmızı, yarısı beyaz olan çok özel bir elma verirdi. Pek çok derde deva olan elma, çocuksuzları çocuk sahibi yapar ve cilde sürüldüğünde yaşlanmayı önlerdi.  Kim kabuğunu kaynatıp içse o kişi neşeli, doğru kalpli ve merhametli biri olurdu. Setenay bu elmanın sırlarını bilirdi. İlk kırağı düşüp, ağacın yaprakları dökülmeye başladığında elmayı ağaçtan alır ve ihtiyaç doğduğunda kullanmak üzere sandığına koyup, saklardı.

 

 

Mücevher tarihini yazanlar bir masalda, ağaç, ağaca dönüşen insan, güneş, at, ejderha, ölümsüzlük vaad eden altın alma ve su altı krallığı gibi motifler varsa o masalın genellikle kehribarı anlattığını söyler. Peki Nartların kehribarla bir geçmişleri var mıydı? Kehribar aslında o kadar geniş kapsamlı bir alan ki zaten tarihte herkesin bir kehribar hikâyesi vardır. Yani boş atsanız bile dolu tutar. Yine de  Nartların Altın Elma Ağacı hikayesini kehribarın özelliklerini bilerek okursanız,”ben bunu niye daha önce düşünmedim yaa..,” da diyebilirsiniz. (Örneğin: Setenay’ın meyve topladığı mevsim, rüzgârların sularla taşıdıkları kehribarları kıyılara vurma vakitleridir.) O zaman sadece kronolojik ve coğrafik lokasyonu belirlemek biraz yorar. Hikâyeye göre Nartlar bir gün her derde deva altın elma ağaçlarının meyvelerinin çalındığını farkettiler. Hırsızı yakalamak için bekçiler diktiler, çitler çevirdiler ve etrafında nöbet bile tuttular ama nafile.  Artık nöbet sırası Pıge ve Pızığeş’e gelmişti ve onlar elmalarını çalan hırsızların aslında üç tane güvercin olduğunu keşfetti. Pızığeş attığı okla güvercinlerden birini yaraladı ama güvercinler kaçmayı başardı.  Kan izlerini takip eden Pızığeş deniz tanrıçası Psıtha’nın ülkesine kadar gitti ve orada okuyla yaraladığı güvercinin aslında Mığezeş isminde bir prenses olduğunu öğrendi. Okunu yarasına değdirerek prensesi iyileştirdi.  Hikâyenin devamında Pızığeş ve Mığezeş güzel bir düğünle evlendiler ve denizin üzerindeki ve altındaki her şey Mığezeş’in çeyizi olarak Pızığeş’e verildi.  Bu evlilikten Werzemes ve Yımıs doğdu. Nart destanlarının Altın Ağaç etrafında dönen maceraları yıllar sonra kendisine elma verilmeyen Yemınej’in hırs yapıp elma ağacını dibinden kesmesi ile sona erer. Sonrası kıtlık,yokluk..

 

Tabiatta altın sarısı, fildişi, renksiz, mavi, yeşil, siyah, kırmızı, turuncu, kahverengi gibi renkleri olan kehribarın 256 farklı tonu ve oluşumuna göre de 150 ayrı çeşidi olduğu söylenir. Özü reçinedir. Ve kehribar aslında fosildir. Dış etkilerden kendisini korumak isteyen ağaçlar “gözyaşı,” da denilen reçineyi üretirler ve bu reçine hem ağaçtaki zarar görmüş kabuksuz yüzeyin iyileşmesini sağlar hem de reçinenin kendine has dokusu ve kokusu yardımı ile istemediği canlıları ağaçtan uzak tutar.

Milyonlarca yıl önce bir sebepten ötürü ağaçlar aşırı derecede reçine üretmek zorunda kaldı. ağaçların dalları bu reçineleri taşıyamadı ve reçineler elma gibi dalından koptu ve toprağa düştü. Ve bazen düştüğü yerdeki böcekleri veya kertenkeleleri de içine hapsetti.  Toprak yavaş yavaş bu reçineyi emerken bazı katmanlarında bu reçineler katılaştı ve fosilleşme gerçekleşti.  Sonra bu tabakanın bir kısmı yapıştığı kayalardan söküldü ve eriyen buzullar ve nehirler aracılığı ile denizlere taşındı ve bu arada suların taşıdıkları kehribar parçaları yolları üzerindeki sahillere vurdu.

İlk insanlar fosillerin ne olduğunu bilmediği için bu kehribar parçacıklarının ruhları taşıdığını düşünmüş olabilir.  Diğer özelliklerini de keşfetmeleri çok zaman almamış olsa gerek. Taş devrinden beri taşımacılığının yapıldığını bilinen kehribar kullanım amacına göre de kendi içerisinde pek çok evrim geçirdi.  Başlangıçta ruhsal-spritüel iletişimi sağlıyordu, insanlar kehribardan irili ufaklı heykelcik ve amuletler yaptı. Kötü şansı uzak tutmak isteyenler kehribar kolye ve muskalar taktı. Ağaçlar gibi insanların da istenmeyen ziyaretçiler için reçine kullanmayı tercih etmesi ilginçtir. Kehribarın onarıcı-tedavi edici özelliklerini nasıl keşfettiklerini bilmiyoruz, şifacılar herhangi bir ağacın ürettiği reçineye bakıp, onu iyileştiren insanı da iyileştirir diye düşünmüş olabilirler.  Böylece yavaş yavaş kehribar toz, likit, yağ veya taş olarak kalp ve sindirim yolları, ani kanama ve yaralanmalar, mide hastalıkları, zehirlenmeler, troid hastalıkları, astım, boğmaca, çeşitli ateşli hastalıklar, cilt hastalıkları, bağırsak hastalıkları, çeşitli göz hastalıkları, ruh ve sinir hastalıkları, vb tedavilerinde kullanılmaya başlandı.  Kehribarın iyileştirici etkisini sadece taşlaşmış formu üzerinden düşünmemek gerekir.  Kehribarı üreten ağaç, ağacın kabuğu, reçinesi, dikenli yaprakları, kozalakları, vb her şeyi ile şifa aracı olarak görüldü. Çin tıbbında halen kullanılan ve Ejder kanı olarak bilinen ağaç türü çok eskilerde Rusya’dan Fas’a kadar Anadolu dahil her yerde vardı ve kehribarın annesi sayılan reçinesi kanamalı yaraların tedavisi için kullanılırdı. Diğer reçineli ağaçların tedavi edici özellikleri hakkında fazla bilgi yok.

Suların getirdiği kehribar masalları da etkiledi. Hafif olduğu için kayalardan kopan parçalar batmadan su üstünde ilerlerdi.  İnsanlar çeşitli hastalıkların şifasını bulmak için suların kaynağına, Kaf dağının ardına zorlu yolculuklar yaptı.   Ejderha Kanı adı verilen kırmızı reçine bir dönem Zümrüd-ü Anka’nın da sembolüydü.

Şifa alanındaki etkisini fazla bilmesek de dekoratif ve spritüel kullanımda en değerli kehribar Baltık denizinden çıkarılanıydı. Baltık kıyısındaki Gdansk’a (Polonya) 30 km mesafedeki bir kilometrelik alanda 4,500 yıl önce kullanılmış 900 kehribar atölyesi bulundu.   Bir teoriye göre buradan çıkarılan işlenmiş ve işlenmemiş kehribar büyük bir T çizerek batıda Avrupa içlerine, doğuda ise Kafkasya üzerinden Mezopotamya, ve Orta Asya yönüne doğru ilerliyordu. T’ nin uzun bacağı ise İstanbul ve Çanakkale üzerinden Ege’ye ve oradan da Suriye ve Mısır’a kadar iniyordu. Kırım ve Sohum üzerinden Sinop->Marmara denizi bağlantısı arandıysa da henüz bulunamadı. Ama Kırım ve Kuzey Kafkasya mezarlarında bulunan kehribar boncukların % 50’sinin Kurlandiya (Letonya)sahillerinden geldiği açıklandı.

Almanların yanan taş, Çinlilerin kaplan ruhu, ejderha kanı gibi isimler verdikleri kehribara Mısırlılar “sakal,”Letonyalılar “sakas,” derdi. Reçine. Etnisiteleri daima tartışma konusu olan İskitlerinde Sak ve Sakai olarak anıldıklarını, fiziklerinin de kızıldan sarıya giden amber renkleriyle tarif edildiklerini hatırlatayım sırası gelmişken. Kehribarya da Reçine İnsanları. Kehribar Halkı? Daha havalı + İsim etnisiteden değil  ama muhtemelen yaşadıkları toprağın özünden geliyordu. Hattilerin Gümüş, Kıbrıslıların Bakır ,Luvilerin Işık insanları olarak anılması gibi. Ama tabi o zamanlar kehribar ticareti bugünkü gibi tonlarla ölçülmezdi. Rezervlerdeki en sıkı çalışmada senelik üretim 80-100 kg arasıydı. Ve henüz madenciliği yapılmadığı için kehribar toplayıcıları onlara daha çok kehribar hediye edecek fırtına ve deniz tanrılarına ihtiyaç duyarlardı.

Grekler  kehribara “güneşten düşen parça,” anlamına gelen elektron derlerdi. Çünkü kehribar parlak sarıdan gün batımı kızılına kadar bütün güneş renklerini içerisinde bulundururdu.Fakat bunu boş-batıl inanışlarla karıştırmamak gerekir, hepsi de kehribarın ne olduğunu,faydalarını,nasıl kullanılacağını ve nasıl oluştuğunu gayet iyi bilirlerdi. Sıkıntı alıp-satmak isteyenlerin kehribar yataklarının yerini bilmemesindeydi. Ticari taşımacılığını yürüten karteller böyle konularda fazla hassastılar ve “üzümü ye,bağını sorma,” ile “fazla merak kediyi öldürür,” düsturlarının sıkı birer takipçisiydiler.  Nasıl olmasınlar? Küçücük bir parçası bile sağlıklı bir köleden daha değerliydi.

İnsanlar zamanla kehribarın farklı özelliklerini de  keşfetti. Bazen kıyıya vuran kehribar parçası mavimsi bir toprak parçasına bulanmış olurdu. Tam mavi değil ama grimsi-siyah veya koyu yeşil-siyah.  Ya da sadece siyah.  Böylece başlarda güneşin ve altının renklerini yansıtarak gökyüzü tanrılarının sembolü olarak görülen kehribar, yer altı krallıklarının ve çalınan  ateşin de sembolüne dönüştü.  Bilim insanları neft ile amberin aynı kökten gelen fakat farklı yoğunlaşmalardaki minerallerden meydana geldiğini ve petrol yatakları ile amber yatakları arasında ilişkileri tartıştı. Boccone, Königsberg ile Pilar arasındaki sızıntının Prusya’daki amber yataklarının kaynağı olabileceğini önerdi. Baltık rezervinin güneyinde asıl yatağın olabileceği tartışıldı. 

Ama Baltık kehribarına ün kazandırıp, fiyatını yükselten ve reçineyi  ağaçların gözyaşından insanların gözyaşlarına çeviren kehribarın tesbih boncuğu olarak da kullanılması oldu.  Taş devrinden beri kehribarın spritüel iletişimde kullanıldığını söylemiştik.  Orta çağda hristiyanlığın yayılmasıyla tespih piyasasında ciddi bir talep oluştu. Samimi dindarlar bilhassa sarı kehribarda tanrısal ışığı görüp ona övgüler yazıyorlardı ama Töton şövalyeleri sarı kehribarı görünce onda maneviyattan daha etkili bir gücün saklı olduğunu keşfetti : Para.   Tesbih boncuğu ile başlayan kurumsallaşmanın kutsal ışığı kısa sürede kilise ve sarayları kehribar kadehler, avizeler ve çerçeve-panolarla aydınlattı. 

 

İnsanları vaftiz olmaya zorlama dışında yapacak başka bir işleri olmayan şövalyeler bekarlık yeminlerinden dolayı aile de kuramıyorlardı. Bir süre sonra bir kısmı kendisini politika ve uluslarası ticarete verdi ve bir kısmı da sadece din ile ilgilendi ve kitaplar yazdı.  Baltık kehribarı zaten Tötonların tekelindeydi ve kısa sürede fiyatını yükselttiler. Ve o güne kadar kehribarın sahibi olan insanlara kum tanesi kadar da olsa kehribar bulundurmayı yasakladılar. Kurallara uymayanlar için sahil boyunca sorgulanmadan asılacakları dar ağaçları kuruldu. 14. yüzyıl Avrupa’sında borcu olmayan tek devlet Tötonik Cermenlerdi. 1519 kışında  Simonis Grunovii adında bir Dominiken keşişi,kehribar balıkçılığı yapan köylülerin ağlarla denize koşturduklarını yazdı. Hepsi de bir birine bağlıydı ve boğulmamak için sular yükseldiğinde direklere tırmanıyordu. Ve çok fakirdiler. Yine de 1523’te Lutheryenler, ” modern dünyanın şövalyelere de Roma’ya da ihtiyacı yok,” dediğinde en büyük destek  Töton üstadı Albrecht’ten geldi ve Albrect kendisini Prusya dükü, şövalyelerini de tüccarların koruyucusu ilan etti.  Bu karar kehribar ve tespih piyasasında ciddi bir dalgalanmaya neden oldu. Roma’ya göre artık kafirgillerden olan Lutheryanların sattığı hiç bir şey alınmazdı. Lutheryanlar ise tesbih kullanmıyordu.  Tötonlara gelince ,artık ruhları kurtarma işlerini bırakmışlar ve sade, kendi halinde tüccarlara dönüşmüşlerdi ve  potansiyel müşteri olarak gelecek vaad eden Müslümanlar henüz dün dündür,bugün bugün havasında değillerdi.  Kehribar ticaretinin idaresi Yakın Doğu ilişkileri iyi olan von Jaski’ye devredildi ve ayrıca Ermeni tüccarların da piyasaya girmesine müsaade edildi. Kehribara  ve kehribar işçiliğine özgürlük tanındı ve insanlar takip eden 100 sene boyunca kehribarı diledikleri gibi işleyip yaratıcılıklarını sergileyebildiler. Lakin bu mutlulukta çok uzun sürmedi. Amber ticareti haklarını satın alan Prusya hükümeti, insanlara sahillerde yürümeyi bile yasakladı.  Balıkçılar, açıldıklarında amber bulurlarsa teslim edeceklerine dair her üç senede bir Kehribar Yemini vermek zorundaydılar.  Ancak tekelcilik başta kârlı görünse de kontrol etmenin maliyeti daha yüksekti.  Ve kısıtlamalar nedeniyle Pazar çöküyordu. 1811’de kehribar toplama işi tekrar serbest bırakıldı ve ticaretini yapacak olanlardan vergi alınmadı.

 

Daha ileriki evrede Jurassic Park filmleriyle taçlandırılan genetik bilimin fosil ve DNA arasındaki ilişkiyi kurması ile hangi renkten olursa olsun içinde yeter ki milyonlarca yıl önce hapsolmuş bir fosil olsun furyası başladı  ve fosilli kehribar modası bütün dünyayı sardı. Normal koşullarda zararsız gibi görünen bu modanın yarattığı talep, sahte kehribar endüstrisinin binlerce canlı böcek ve küçük sürüngeni hızlı ve acımasız bir şekilde fosilleştirmesine neden oldu.  Hem kehribar üreticisi ülkeler, hem de çevre ve doğal hayat kurumları insanları sahteciliğe karşı uyarmak için çeşitli öneriler yayınladılarsa da korsan üreticilerle başa çıkmak kolay olmadı.  Bir taraftan sahte de olsa fosilli kehribarlara talep vardı ve diğer tarafta bu işte iyi para var diyen insanlar. Korsanlar  İngiltere Tabiat Tarihi Müzesi’ni bile kandırdı.  Günümüz piyasalarında kolye, yüzüktaşı, anahtarlık,incik-boncuk tipi objelerde fosilli kehribarlar rağbet görmeye devam etmekte. Daha ender,daha nadir,daha değerli  düşüncesi ile canlı canlı gömülmüş böceklerin ve küçük hayvanların tabutlarının aksesuar olarak tercih edilmesi kendisini bir değer ve kıymet olarak kabul ettirmek isteyen insan doğasını iyi tanıyan market sahiplerinin pazarlama becerilerindeki ustalıklarından kaynaklanıyor olsa gerek.

 

 

 

 

 

Bu yazı 7065 defa okunmuştur.
YAZARIN DİĞER YAZILARI